Hoşgeldiniz  

Gaziantep Haber Ajansı Bülteni Pazartesi 25.11.2024 e gazete

admin | 24 Kasım 2024 | e gazete Gaziantep haber ajansı Bülteni, Genel, Gündem, Tüm Manşetler A- A+

Gaziantep Haber Ajansı Bülteni Pazartesi 25.11.2024 e gazete

Gaziantep Haber Ajansı Bülteni Pazartesi 25.11.2024 e gazete

HABER METNİ;

BENİ ÖLDÜREN DE YOKTUR DİN İMAN

DÜNYANIN BÜTÜN ÇİÇEKLERİNİ BİR ÖĞRETMEN OLARAK SİZ YETİŞTİRDİNİZ. İYİ Kİ VARSINIZ.

Gaziantep Valisi Kemal Çeber : İlimizin eğitim kalitesini yükseltmek için devletimizin sunduğu imkânları en iyi şekilde kullanarak elimizden gelen gayreti göstereceğiz. Gönülden inanıyorum ki sizler, azimle çalışarak her zaman dorukta kalmayı başaracak ve fikri, vicdanı, irfanı hür nesiller yetiştirmeye devam edeceksiniz.

Bu vesileyle, Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, görevleri başında şehit olan ve ebediyete irtihal eden öğretmenlerimizi rahmetle anıyor, tüm öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutluyorum.

Şahinbey Belediye Başkanı Mehmet Tahmazoğlu, 24 Kasım Öğretmenler Günü nedeniyle Şahinbey Geleneksel Sporlar Merkezi’nde öğretmenlerle bir araya geldi.

Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin: Dünyanın bütün çiçeklerini bir öğretmen olarak siz yetiştirdiniz. Yakmadan güneş oldunuz, dalını kırmadan rüzgâr oldunuz, damla damla yağmur oldunuz. Şüphesiz emeğiniz her gün kutlanmaya değer…

Geleceğimizin mimarı tüm öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü en içten dileklerimle kutluyorum.

*

AYINTAB’A DAİR

EVLİYA ÇELEBİ’NİN GÖZÜNDEN GAZİANTEP ŞEHRİNİN 350 YIL ÖNCEKİ DURUMU

  1648 yılında ilk defa Antep’e gelen Evliya Çelebi, yirmi üç yıl sonra ikinci defa geldiğinde şehrin gelişimi hayranlıkla ifade ederek 1671 yılındaki Antep izlenimlerini şu şekilde anlatmıştır;

  Ayıntâb şehri tümüyle otuz iki mahalledir. Sekiz bin altmış yedi tane toprak ve kireç örtülü bayındır, bakımlı, yüksek saraysı evleri vardır. Yüz kırk mihraplı kalabalık cemaati olan Arasta meydanında Boyacıoğlu Camii ve Uzun çarşı içindeki Tahtalı Camii, gayet ferah büyük kubbeli ve görkemli yapılardı.

  Ayıntab’da üç yüzü aşkın saray hamamı vardı. Üç bin dokuz yüz dükkânlı büyük bir suk-i sultanisi (büyük çarşısı), iki bedesteni, Uzun çarşısı ve saraçhanesi olup üstleri örtülü kâgir, sağlam, sıradüzeni içinde süslü dükkânlardı.

  Tamı tamına yetmiş çeşmesi vardı. Fakat onlara hiç de ihtiyaç duyulmazdı. Her eve hayat ırmağı denginde sular akmaktaydı. Her evde bağ, bahçe, fıskiyeli havuz bulunurdu. Cennet ırmağı suları ile çeşit çeşit servi, çınar, söğüt, kavak ve diğer meyve ağaçları ile donatılmış İrem bağını andırır. Bağları, bostanları, gül bahçeleri geniş örgüden kafese alınmış çok verimli olmakla Ayıntab ucuz ve şirin bir şehirdir. Bin elli sekiz senesinde gördüğümüz şehir bu kez nice mahalle, han, cami ve dükkân kazanarak büyük bir gelişme göstermiş, Cenab-ı Hakka şükürler olsun ki bu gelişmesini sürdürmekteydi.

  Şehir, yüksek bir düzlükte ve yer yer bayırlar üstünde kurulduğundan suyu ve havası da gayet güzeldi. Birçok hanları var ama en görkemlileri ve en ünlüleri Mustafa Paşa Hanı, Pekmez Hanı, Tuz Hanı, İki Kapılı Han, Börekçi ve Arasta Hanı’ydı.

  İki tane de imareti olup gelenlere gidenlere bol ve minnetsiz sofralar açarlardı. Tümüyle kırk tekkesi olup, hepsinin en mükellefi yiyeceği bol ve hoş yapılısı ile Mevlevi Tekkesi’ydi. Türkmen Ağası Mustafa Ağa yapısı olup, IV. Murad’ın silahdarı Mustafa Paşa’ya bağışlandı. Tekke kırk-elli hücresiyle çevrili, yüksek kubbeli baştanbaşa ham ve işlenmiş mermerlerle döşeli haremi, haremin ortasında büyük havuzun başında rengârenk üzüm salkımlarını andıran süslü avizelerle donalı çardağı olan büyük, sağlam, görkemli bir yapıydı. Bakımlı, bezeli, temiz caddeleriyle kent gerçekten şirindi.

  Yer yer suk-i sultanisi, Halep tarzı kâgir binalardan oluşmuş çarşıları vardı. Ama bu övdüğümüz yerler tümüyle kale içindeydi. Her sokak başında kapıcıların açıp kapattıkları kale kapısı kadar sağlam kapıları vardı. Geceleri sokaklar kandillerle aydınlatıldığından bekçiler gruplar halinde rahatlıkla sokaklarda kol gezerek görevlerini yaparlardı.

  Şehrin ortasındaki kocaman kaya üstüne yüksek, görkemli ve dairevi bir kale oturtulmuştu. Kale çok sağlamdı. Kaleyi çevreleyen hendek bin üç yüz adımdı. Eni kırk, derinliği yirmi arşın kesme kayadan oyulmuştu. Bunların üstüne her biri ayrı sanat ve mimari üslûpla belli aralıklarla sıralı çok güzel kuleler oturtulmuştu. Bin bir bedeni olan kalenin temelindeki kayaların içinden yine dairevi bir biçimde kaleyi çevreleyen ve hendeğe bakan mazgal delikleri açılmıştı ki, hendek kenarına kuş bile konmazdı. Kalenin batı kapısı, yedi katlı demirden bir kapıydı. Kapı aralıklarında çeşitli savaş araç ve gereçleri, silahlar, demir açma kafesleri, saçma topları vardı. Kale silahlarla ve askerlerle donatılmıştı. Baca benzeri nefesliklerle havadar bir oturma yeriydi.

  Halk, çoğunlukla havrani kürk, çuha ferace, elvan boğası, kavukla külah üstüne beyaz sarık sararlardı. Kâfiri yoktu. Güzel kadınları pek çoktu. Hepsi de sarı çizme giyer, başlarına sivri gümüş taç takar, beyaz çarşafa bürünürlerdi. Nazik, arlı, edepli, çarşıya çıkmaları ayıp sayılan hatunları vardı. Üzüm şerbeti içen, tatlı dilli, garip, dost, bilgili, anlayışlı, halim selim insanları vardı. Kahvelerinde hoş söyleşilerle insanları kendilerine çekerler, hatta özendirirlerdi. Bu söyleşilerini bağ ve bahçelerdeki yemelerle ve içmelerle daha da renklendirirlerdi.

  Şehrin öşür veren yetmiş bin bağı vardı. Dokuz milyon üç yüz kırk altı bin tiyekten oluşmakla pek ünlüdür. Şehri çevreleyen dağlar tümüyle bağdı. Halkı çok sağlıklıydı, şehrin yeme, içme dışındaki yönlerini de överlerdi. Buranın alemi bezeyen kırk çeşit üzümü, binlerce tulum pekmezi, bademli ve şam fıstıklı tatlı sucuğu, pestili vardı ki, Arap’a, Acem’e ve Hindistan’a kadar gönderilirdi. Tüm halkı tatlı yediğinden tatlı dilliydi. Ama dillerinde pelteklik vardır. “r” sesiyle, “k” seslerini doğru çıkaramazlardı.

  Yöre nar, incir, dut, şeftali, zerdali, kayısı, beyaz ekmek ve yoğurduyla dünyaca ün kazanmıştı. Yine elvan boğası, Ayıntâb eğer, yay ve gedelesiyle ünlü bir şehirdi. Cennet bağlarına örnek öyle bahçeleri var ki, ölümlü dünyaya özgü iremler sayılırlardı. Bunların içinde, en bakımlısı ve en mükellefi Musulluoğlu bahçesiydi. Kısacası bu şehri anlatmaya, ne dil ne de kalem yeterdi. Dünya yüzünden geniş bir ili, göz alıcı büyük yapıları her yerden aranan eşyası, birçok mezraları, bolluk ve verimliliği, bitimsiz yiyecek ve içecek pınarları ve ırmaklarıyla burası

  ŞEHR-İ AYINTAB-I CİHANDIR.

  KAYNAK:

  Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, Cilt IX, sayfa 354-359

  NOT: Yapmış olduğum paylaşımlarda yer alan bilgi ve fotoğraflar kaynak gösterilmek kaydıyla ve şartıyla herkes tar

  GAZİANTEP MEVLEVİHANESİ ve MÜZESİ

  “Mevlevihaneler; Mevlevi tarikatına mahsus tekkelere verilen addır.13. yüzyılda Mevlana Celaleddin Rumi ‘nin oğlu Sultan Veled tarafından kurulan, görüşlerinden etkilenen Mevlevi tarikatına mensup Mevlevilerin zikir ve devran ayinleri yaptıkları tekkedir. Mevlevihanelerin en büyüğü, tarikatın merkezi olan Konya’daki Mevlevihaneydi.

  Gaziantep Mevlevihane’si Gaziantep’in Şahinbey ilçesi, Kozluca Mahallesi’nde Kozluca ve Şehit Caddeleri arasında yer almaktadır.1638 yılında inşa edilen Antep Mevlevihane’siyle ilgili pek çok tarihsel kaynak bulunmaktadır. Günümüzde Mevlevihane (Tekke) Camii olarak bilinen Gaziantep Mevlevihane’si Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin en büyük Mevlevi tekkelerindendir.

  Semahanenin cümle kapısı üzerindeki Farsça kitabeye göre 1638’de Ayıntab Valisi Mustafa Ağa bin Yusuf Vakfiyesine göre yapının banisi’dir.

  O dönemin kayıtlarına göre bu yapı içinde şeyhin oturması için büyük bir oda, semahane, mescit, dervişler için dokuz oda, bir havuz, bir bahçe bulunan bir hangah yaptırdığı belirtilen vakfiyede Mevlevihane’ye gelir getirmesi amacıyla tekkeni dışında bir bahçe, yirmi dükkân, bir ahır, un kapanı, boyahaneler, han ve buğday arastasını vakfedildiği belirtilmektedir.

  1640 yılında düzenlenen vakfiyesine göre Mustafa Ağa, Mevlevihane’ye Şaban Dedenin oğlu postnişin Mehmet Dedeyle onun soyundan gelenlerin şeyh-mütevelli olarak tayin edilmesi şartını koymuştur. Bu isimler şöyledir; İlk şeyh Mehmed b. Şaban Dede’den sonra sırasıyla Mehmed (1678-1744), Feyzullah (1744-1768), Mehmed (1768-1787), Mehmed (1787-1794), Feyzullah (1794-1846), İsmail Hakkı (1846-1883), Mehmed Münîb (1883-1905], İsmail Hakkı (1905-1918) ve Mustafa Dede (1918-1925).

  Tekkeler kapatıldıktan sonra mevlevîhâneye Vakıflar Genel Müdürlüğü el koymuş, semahane ve selâmlık kısmı cami ve ilkokul (İstiklal İlkokulu) olarak kullanılmış, ana avlusunda önce abdest muslukları, sonra bir şadırvan yaptırılmıştır.

  1675’te sadece semahane varken cuma hutbelerinin de okunmasına başlanmasıyla cami düzenine geçilmiş ve bundan sonraki kayıtlarda Mevlevihane Camii adı kullanılmıştır. 1901 ve 1903 yıllarında çıkan iki büyük arasta yangınında mevlevihaneye ait han ve dükkânlar yandığından postnişin Mehmet Münib Efendi kendi parasından 130.000 kuruş harcamak suretiyle Buğday Hanı’nı, Tahmis Kahvehanesini, bir süpürgeci odasıyla otuz üç dükkanı yeniden yaptırarak mevlevihaneye vakfetmiştir.

  Günümüzde Gaziantep Mevlevihanesi Vakıf Müzesi olarak kullanılmaktadır.

  KAYNAKLAR:

  Nusret Çam, Türk Kültür Varlıkları Envanteri-Gaziantep 27, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2006

  Dijital Çağın Yorgun İnsanlarına

  Yorgunsunuz, dijital çağın içinde kıvrılıp duruyorsunuz. Ne yapacağınıza, nasıl yol alacağınıza karar veremiyor, girdabın içinde boğulup duruyorsunuz. İki omzunuz düşmüş, gözlerinizin içinde fer kalmamış. Bitmişlik, tükenmişlik sendromunu yaşıyorsunuz belki de. İş hayatının koşturmacası, hedefler, planlar, yarına yetiştirmeye çalıştığınız işler… Siz bütün bunları unutup koltuğunuza oturduğunuzda bir anda uykuya dalıyor ve rüya aleminin içinde buluyorsunuz kendinizi.

  Gaziantep’in tarihi caddelerinden Karagöz Caddesi’nde yürümeye başlıyorsunuz. Karagöz Caddesi’nden Almacı Pazarı’na doğru adımlarken ansızın tarihin derinliklerine dalıyor, Kemikli Bedesten de soluklanıyor, Zincirli Cami’yi izliyorsunuz. Sayıca az olan caddenin esnafıyla sohbete koyuluyorsunuz ansızın. Öyle güzel devam eden muhabbeti bir minibüsün klakson sesi bölüyor, usul adımlarla yürümeye devam ediyorsunuz.

  Az ötede misk-ü amber kokular soluyor, “bu ne güzel koku Allah’ım” demeden duramıyorsunuz. Elma heykeli beliriyor karşınızda, sağda aktarlar, yöresel ürünlerin rayihasıyla nefesiniz açılıyor adeta.

  Elmacı Pazarı’nın karşısında bakırcıların tik-tak korosu adeta sizin için konser veriyor. Bir anda yönünüzü Bakırcılar Çarşısı’na çeviriyorsunuz, “ben neredeyim, tarihe yolculuğa çıktım da haberim mi yok” diyerek iç geçiriyorsunuz. Bakırcılar Çarşı’na vardığınızda Osmanlı, Selçuklu ve daha önce burada nefes alıp veren milletlerin içinde kayboluyorsunuz. Bakırcılar Çarşı’sından Tekke Cami’ne yönelirken Mevlevi Müzesi’ne doğru süzülüyor, Mevlevilerin sema törenini izlemeye koyuluyorsunuz. Şimdi Mevlevi Müzesi’ndesiniz, muhip, can, derviş, halife ve şeyhi takip ediyorsunuz kaçamak gözlerle… Fark edilmiyor değilsiniz ama görmezden geliniyorsunuz. Tören biterken siz de bitiyorsunuz. Yorgunluk mu bunun adı hüzün mü, kestiremiyorsunuz. Müzede tur atarken telefonunuzun ziliyle irkiliyor, içinde kaybolduğunuz geçmişin güzelliklerinden bir anda günümüze dönüyorsunuz.

*

Turgay Gök-Köşe Yazısı

Bugün 2024 yılının Öğretmenler Günü. Tüm öğretmenlerimize ve milletimize kutlu olsun. Geleceği öğretmenlerin inşa edebileceği gibi ütopik cümleler alışılagelmişse de ben bu sözün doğru olmadığını düşünüyorum. Geleceği öğretmenler inşa edecek sözünü telaffuz eden kişi, iyi ve müreffeh bir geleceğin olabilmesi yükünü öğretmene yükleyerek kendini bir bakıma kenara çekmiş olmaktadır. Ben ise diyorum ki geleceği inşa etmenin ilk ve en önemli adımı şüphesiz ki eğitim-öğretim ve dolayısıyla öğretmenler ancak bu sadece öğretmenlerin çabası ile olabilecek bir iş değildir. Eğer müreffeh bir geleceği öncelikle milletimiz ve dünya için istiyorsak önce bireysel olarak kendimizi yaşımız kaç olursa olsun eğitmemiz gerekir. Bu eğitim ise oturup birilerini dinlemek ile olmaz okumak ile olur ancak.

Benim kendi kişisel gelişimimde köşe taşlarım olarak gördüğüm dört kitaptan sizlere bahsedeyim. Yola ilk çıkışım “Feriddüdin Attar-Mantık Al-Tayr”dır. O kitaptır ki kuşların dili ile ruhsal varlığımı bulmama sebep olmuştur. İkinci kitabım “Fuzuli Bayat-Köroğlu Şamandan Aşıka, Alpten Erene” eserinde çağları aşan Köroğlu’nun ruhsal varlığı ile tanışıp kendi ruhuma kattım. Üçüncü kitabım “Hallac-ı Mansur ve Eseri (Kitab’üt-Tavasin) Çeviren: Yaşar Nuri Öztürk” eserinde ise aslında bizim iyi ve kötü diye nitelendirdiğimiz tüm oluşların kaynağının bir olduğunu, iyiyi övüp kötüyü yermenin gereksiz olduğunu öğrendim. Dördüncü kitabım ise “Ahmet T. Karamustafa-Tanrının Kural Tanımaz Kulları” eserinden hakka giden yolun zenginlik, makam ve mevkiden geçmediğini, eğer niyetin Hakk’a varmak ise bir züht halinde olunması gerektiğini öğrendim. Tabi ki bu ve diğer kitaplar okuyucusunun idrak kabiliyetine göre bilgi neşreder.

Kendimden örnek vererek sizlere bizatihi deneyimlenmiş ve başarı göstermiş bir yol önerdim. Bundan sebep ki her bireyin Yüce Yaradan’ın ‘İkra Bismi Rabbike’ ayetinde de önerdiği gibi okuması gerekir. Ve dahi okumayı İslam’ın beş farzının içine dahil ederek farzları altı etmesi gerekir. Ancak bu şekilde idrak kapıları açılır doğru ayan beyan ortaya çıkar.

Okuyan kişi her ne iş yaparsa yapsın daha başarılı olur. Aile içindeki ve arkadaşları ile ettiği sohbet ekonomi-futbol-magazinden çıkar entelektüel bilgi alışverişine dönüşür.

Günümüzden iki bin yıl önce yaşayan Roma ahalisinin konut mimarisinde sempozyum odaları bulunurdu. Bu odalar Türk evinde bulunan selamlık odası gibi yalnızca erkeklerin bulunduğu odalardı. Bir konu üzerinde tartışacak katılımcılar ve sempozyum başkanının da olduğu oturumlarda katılımcılar odanın üç tarafında bulunan yastıklı kanepelere (kline) uzanır ve tartışırlardı. Bu esnada şarap içer ve müzik dinlerlerdi. Odanın zemininde Mousa Perileri dediğimiz Dokuz İlham Perisi’nin resimleri yer alırdı. Ve bazen bu mozaiklere bakarak konular belirlenir ve ilham perilerinden ilham alınırdı. Yunan felsefesinin duayenleri Platon, Aristo, Sokrates’in düşünceleri üzerine tartışır ve anlamaya çalışırlardı. Sempozyum odasının en güzel örneklerinden biri Gaziantep ili, Zeugma Antik Kenti, Musalar Evi’nde bulunmaktadır. İki bin yıl önce bir evin odasında tartışılan konuların günümüzde birçok üniversite veya okulda tartışılamaması ne kadar üzücü.

Biz eğer iki bin yıl önceki Roma ahalisi gibi evlerimizin bir odasını bu ilim ve tartışmaya ayırmazsak, her evde kadim kitapların bulunduğu bir kütüphane oluşturmazsak, değişime önce kendi ailemiz ve çevremizden başlamazsak ne yazık ki yükü sadece öğretmenlerimizin üzerine atarak sıyrılamayacağız bu işten.

Ya cehd edeceğiz cehaletle ya da gökten gelip bizi kurtaracak bir kurtarıcı bekleyeceğiz. O kurtarıcı gelse dahi ben şahsen evvela cehalete karşı ceht etmeyi yeylerim.

Böyle sitemkârhane bir girizgâh yaptıktan sonra asıl meseleye gelelim, “Öğretmenlerimiz.”

Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” sözüne muhatap, “Öğretmenlerimiz.”

Benimde naçizane olmak istediğim tek ve en büyük hayalim, “Öğretmenlik.”

Ben İlmi Yunan Tanrısı Apollon’a benzetiyorum. Zira ışığın ve bilgeliğin temsilidir, kendisi. Anadoluludur da hem. Zeus ve Leto’dan olma. Aydın Didim’dedir, o dillere destan anıtsal tapınağı. Dünya her dönemde sevmiş Apollon’u, biz neden sevmeyelim. Hem de bizim toprağımız olan Anadolu’nun kadim bir tanrısıyken.

Tıpkı Köroğlu Destanında üzerinde çok durulan karanlık ve aydınlık ikileminde olduğu gibi Aydınlık ilmi ve bilgeliği simgeler.

Yüce Yaratan dahi Nur Suresi 35. Ayette “Allah göklerin ve yerin nurudur” ifadesi ile kendisini ışığa-aydınlığa benzetir.

Ve ilmin kaynağı Dünya’mızda mecazi olarak Güneş ise ilmi karanlıkta kalan insanlara nakledende Ay’dır. Bu sebeple ben öğretmenlerimizi “Ay”a benzetmek isterim. Nurunu Güneş’ten alan ancak kendisi olmayı başararak insanları aydınlatan “Ay.”

Bu sebep ile öncelikle yazımı okuyan tüm öğretmenlerime “Ay” şiirimi hediye etmek isterim.

“Ay” şiirimi Gaziantep Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü, tez danışman hocam olan Dr. Öğr. Üyesi Eyyüp Ay için 22.11.2024 tarihinde 22.44-23.30 saatleri arasında bir doğuş ile yazmış bulunmaktayım.

Öğretmenler Gününüz Kutlu Olsun…

AY

Bir Ay Var Rengini Güneşten Alan

Güneşi Yansıtıp da Kendisi Kalan

Karanlığa Cehd ile Işıldayan

Güneşin Oğlu Sevdalısı Ay-An

Dairevisin Sonsuzun Timsali

Yolsuzların Umudusun Geceleri

Yıldızların Önderisin Yüceleri

Güneşin Oğlu Ruhusun Niceleri

Yılda On ikidir Dünyayı Gezişin

İsa’nın Havarileri Olup Deyişin

Ali’nin On iki Evladı Gibi Gelişin

Güneşin Oğlu Sözü Nefesin

Hak İlminin Kandili Sende Yandı

İlminden Talip ve Cihan Faydalandı

Aklın Ruhla Birleşen Yolunu Anladı

Güneşin Oğlu İlmin İki Kanadı

Boşuna Verilmedi Sana Bu İsmin

Bâtında Tecellin Zahirde Cismin

Ruhul Kâdim ile Boyalı Tinin

Güneşin Oğlu Burağıdır Fikrin

Güneşle Aşk ile Dans Edersin

Aşk ile Yanar Duman Tütersin

Sen Bu Diyarlarda Nicedir Gezersin

Güneşin Oğlu Aşığısın Efendim

Eyyüp Nebiden Sabrını Almış

Hüseyin Gibi Zalime Cehd Açmış

Hakk Katında Kadim Rütbe Almış

Güneşin Oğlu Zülfikarı Olmuş

Gökyüzünde Geceleri Gezersin

Yeryüzünde İns Halinle Eylersin

Evvel Ahir Varlığınla Ruh Edersin

Güneşin Oğlu Nuru Sensin

Sadık-i’yem Hakk Sözünü Söylerim

Hakkı Sende Görür Selam Ederim

Sevgi Hürmetimi Ayağına Sererim

Dolunay Gibi Seni Seyran Eylerim.

Sadık-i

**

Etiketler:
Yorumunuz
Konu hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

EN SON HABERLER

Gaziantep'in İlk Haber Ajansı